”Çoğu insanın, duymamak için konuşması gerekir.” May Sarton

”…döngüleriyle…”
”Ne, nasıl, başta ne dedi, duyamadım, şey pardon tekrar etseniz” içeriden haykıran sesini kendinden başkasının duyamayacağı gerçeğini en nihayet hatırladı. Kendine kızıyordu. Ne diye salonun en arka sıralarında bir yer bulup, yerleşmişti. İçeriye girerken geç kalmanın utancı ile etrafına bakamadan, başı önde, istemsizce salonun arka tarafına yönelmişti. Sandalyeye oturmak ona uzun bir zaman gibi geldi. Hala kızgındı. Arı vızıltısını andıran uğultunun arasından konuşmacıyı nasıl duyacaktı ki? Bunu nasıl düşünememişti. Tabi ya trafiğe takılmış, konferansa varmak üzere, konferans salonuna olmak isteği zamandan daha sonra girmişti. Yapının on sekizinci yüzyılda yapılmış olduğu gerçeğinin büyüsüne kapılmış, nasıl da o gününü planlayamamıştı. Kızgınlık artık öfke boyutuna taşınmıştı. Konuşmacıyı yaklaşık bir senedir bekliyordu; ağızından her çıkacak kelimenin, her bir sözün, her bir kelimesini not edecekti. Çok kıymetliydi onun için, hayatı için; nerdeyse ölüm kalım meselesi haline getirmişti. Çoğu zamanı ”insanlar beni anlamıyorlar” serzenişleri ile geçiyordu. Sanki yalnızlık büyüsü yapılmış da büyünün etkisinden hiç çıkamıyormuş gibi. Çoğu zaman üzgün, hayal kırıklıkları yaşıyordu. O, içinden çıkılamayan büyük bir savaş meydanında iken, en yakınları ”ne kadar sakin, sessiz” diye övgülerle dolduruyordu zamanı ve mekanı.
Bir an için nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Konuşmacı ara vermişti. Arayı fırsat bilenler yapının bahçesine doğru, karıncaların sıra sıra yuvaya akışı gibi uğultu ile birlikte çıkıyorlardı. Zihninde yankılanan ”döngü, döngü döngü…” Neyin döngüsü? Ölüm mü, yaşam mı, nefes mi, mevsim mi, evrim mi, yaradılış mı, enerji mi, madde mi, eylem mi, huzur mu? Kime sorabilirdi ki? Kim sorusunun cevabını verebilirdi ki? Tarihi salon çok büyüktü; bine yakın insanı içine rahat rahat alırdı. Yapıldığı tarihlerde büyük sanat gösterilerine hizmet ettiği girişte yazıyordu. Duvarlardaki ve tavandaki ahşap oymalarla bütünleşen tablolar büyüleyiciydi. Bir savaş destanı ve sonucundaki zafer ve barışın kutlaması resmedilmişti. Ressamın tüm salonu hangi düşünce ve duygularla, ne kadar sürede tamamlamış olduğunu düşünmeden edemedi.
Uğultu hala yapının bahçesinde, ara, devam ediyordu. Salonda kendi gibi birini aramaya koyuldu. Döngünün öncesinde kaçırdıklarını öğrenmenin peşine düştü. Öyle ki, döngünün sonrasındakileri de kaçırdığının farkında değildi. Gözleri bir radar gibiydi. ”İşte! Buldum, benim gibi biri.” dedi. Sandalyeye iyice gömülmüş, fark edilmekten korkarcasına başı önde öylece oturuyordu. Yaklaştığında gördü. Kitap vardı kucağında. Kitap mı onu okuyor, o mu kitabı okuyor diye düşünmeden edemedi. İçinde susmayan yorumları, yargıları onu nasıl da içinden çıkılmayan bir döngüde tuttuğunun farkında olamadan sandalyede gömülmüş turuncu saçlı, gözlüklü adama cevabın onda olduğuna kesin inanarak, gülümsemesinin arkasındaki sinsi merakla ”Merhaba” dedi…
Arzu Aykın
”Tanrı’yı bulmamız gerek. O, gürültü ve huzursuzluk içinde bulunmaz. Tanrı sessizliğin dostudur. Bakın, doğa- ağaçlar, çiçekler çimenler- nasıl sessizce büyüyorlar, bakın yıldızlar, ay ve güneş nasıl sessizce hareket ediyorlar… ruhlara dokunabilmek için sessizliğe ihtiyacımız var.” Rahibe Teresa


Yorum bırakın